Hulusi Behçet Kimdir?

Hulusi Behçet Kimdir?

Balkan Savaşı sırasında Bulgar or­dusu Edirne’yi alır, Çatalca’ya kadar ilerler. Osmanlı hükümeti çaresizlik içindedir. Bir genelge yayınlar. Genelgenin ekinde bir dua vardır. Bu duanın öğrenciler tarafından 4444 kez okunması istenir. O yıllarda, ekin­lere zarar veren çekirge sürülerine karşı ka­dılar emirname çıkartırlar. Başgösteren ve­ba salgına karşı 9-10 yaşlarındaki çocukla­rın akşam ile yatsı namazları arasında mina­relerde ya da yüksek yerlerde rahman sure­sini okumaları istenir.

İşte, Osmanlı İmparatorlu’nun son yılları böyledir. Cahillerin yönettiği, bilimden uzak, hurafelerin kol gezdiği, batıl inanışla­rın hakim olduğu bir ülke. Böyle bir dö­nemde, bu ülkede bir bilim adamının orta­ya çıkması ve adını tarihe kazıması olacak şey değil gibi görünmektedir. Ama, Hulusi Behçet adında bir tıp profesörü bunu başa­rır. Sanki bir mucizeyi gerçekleştirir. Hulusi Behçet 26 Şubat 1889’da İstan­bul’da doğdu. Maarif Müdürü olan babası­nın görevi nedeniyle bir süre Beyrut’ta bir Fransız okuluna devam etti, 1901 yılında Beşiktaş Rüştiyesi’nden mezun oldu. Aske­ri Tıbbiyeye girdi. 1911 yılında Gülhane Uygulama Okulunda dermatoloji asistanı oldu. Üç yıl sonra çıkan Dünya Savaşı nede­niyle Kırklareli ve Edirne hastanelerinde görev yaptı.

Edirne’de çalıştığı sıralarda Halep cephe­sinden gelen askerler arasında “şark çıba­nı” üzerinde araştırmalar yapmaktaydı. İşte bu dönemde ilk önemli buluşunu yaptı ve “çivi bulgusu ‘nu belirledi. Eğitimini artırmak üzere 1917 yılında Avru­pa’ya gitti. Budapeşte ve Berlin’de çalıştı. Yurda döndükten sonra 1922 yılında ilk ki­tabı olan ‘Emraz-ı Cildiyede Laboratuvarın Kıymet ve Ehemmiyeti” yayınlandı. Bir yıl sonra Hasköy Zührevi Hastalıklar Hastane-başhekim olarak atandı. Aynı yıl, ikin­ci kitabı olan “Frengi Tedavisi Hakkında Beynelmilel Anketlerim” yayınlandı. Bu sı­ralarda şark çıbanının “diyatermi” yoluyla tedavisi için bir yöntem geliştirdi. 1924 yı­lında Guraba Hastanesi’nde Deri Hastalıkla­rı Bölüm Bakanlığına getirildi.

Bu yıl içine N.Ramih ile birlikte kaleme aldığı üçüncü kitabı olan “Wasserman Hakkında Noktai Nazar ve Frengi Tedavisinde Düşünceler” yayınlandı. Bunu izleyen dört yıl içinde şark çıbanı, frengi tedavisi, arpa uyuzu ve irsi frengi konularında dört kitap daha yaz­dı. Arpa uyuzunun “pediculoide ventricous” adlı asalaktan kaynaklandığını gösterdi. Ham incir dermatiti konusunda çalışmalar yaptı. Deride iltihaplı yaralar oluşturan mantarların yüzeysel egzamalara yol açan türlerini tanımladı. Bulgularım yurt içinde ve dışındaki dergilerde yayınladı.

Üniversite reformunun olduğu 1933 yılın­da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları ve Frengi Kliniğinde profesör­lüğe ve kürsü başkanlığına atandı. Böylece profesörlüğe yükseltilen ilk Türk unvanını da almış oldu. 1939 yılında ise ordünaryüs profesör oldu.

1934’de soyadı kanunu çıktı. Bu sırada Ata­türk, kendisine bir mektup yazdı. Mektu­bunda ulu önder, Behçet sözcüğünün “çok parlak, güzel” anlamına gelen Türkçe bir sözcük olduğunu yazıyordu. Böylece, Hu­lusi Bey, Behçet soyadını aldı. 1924 yılında bir hasta ile karşılaştı. Cinsel organı çevresinde ülserleri, ağız içinde alt­lan ve gözünde iridosikliti vardı. Daha ön­ce gittiği hekimler kendisine frengi ya da verem tanıları koymuşlardı. Hulusi Behçet bir tür virüsün bu bulgulara neden olmuş olabileceğini düşündü.

Altı yıl sonra, bu kez bir kadın hastada aynı belirtileri gördü. 1936 yılında, ağzında derin yaralar olan bir hasta diş hekimliğinden kendisine sevk edildi. 1938 yılında Prof. Niyasi İsmet Göz­cü, göz çevresinde yaralan olan bir hastayı Hulusi Behçet’e gönderdi. Aynı fakültede iç hastalıkları profesörü olan Erich Franc da kendisine benzer bulguları olan bir has­ta gönderdi. Hulusi Behçet artık, daha ön­ce hiç tanımlanmamış bir sendrom ile kar­şı karşıya olduğundan emindi. Bu yeni durumla ilgili sabahlara kadar uza­yan çalışmalara girişti. Bu çalışmalar sıra­sında kolit ve koroner spazm geçirdi. Ama, çalışmalarına devam etti. Bulgularını yazdı, yurt dışındaki bilimsel toplantılarda yayın­ladı.

Sonunda amacına ulaştı. 13 Eylül 1947 günü Cenevre’de toplanan Uluslararası De­ri Hastalıkları Kongresi’ne bir bildiri sun­du. Ağız ve üreme organları çevresinde ya­ralara ve gözde iltihaplara neden olan bu sendromun şimdiye kadar tanımlanmamış yeni bir sendrom olduğunu açıkladı. Zürih Tıp Fakültesi profesörlerinden Miescher’in önerisi ile Kongre bu hastalığa “Behçet hastalığı” denilmesini kabul etti. Bazıları buna, “trisymptom Behçet” ya da “morbus Behçet” dediler. Bu tarihten iki yıl sonra Adamantiadis adında bir Yunanlı hekim aynı sendromu tanımladığını açıkladıysa da, elbette uluslararası bilim dünyasında an­cak, gülümseme ile karşılandı. Hulusi Behçet bu başarısından kısa bir süre sonra 8 Mart 1948 tarihinde, en verimli ça­ğında kalp krizinden yaşama veda etti.

Ölümünden sonra Japonya’dan ABD’ye ka­dar birçok ülkede adını taşıyan dernekler kuruldu, kliniklere onun adı verildi. Ölü­münün yirmi dördüncü yılı olan 1972 yılın­da “Cumhuriyet Dönemi Tıp Ödülü” ona verildi. TÜBİTAK onun adını yaşatmak için 1975 yılında Hulusi Behçet Ödülü’nü baş­lattı. Ulusal ve uluslararası tıp kurultayların­da Behçet simpozyumları ve özel oturumla­rı düzenlendi. 1983 yılında İstanbul Tıp Fa­kültesi onun ölüm günü olan 8 Mart tarihi­ni “Behçet Günü” ilan ederek kutlamaya başladı.

Aynı fakültede 1984 yılında Behçet Kliniği, 1985 yılında ise Behçet Araştırma ve Uygulama Merkezi kuruldu. 1986 yılında Tunus Hükümeti Hulusi Behçet adına posta pulu çıkardı. 1996 yılında Darphane 5000 adet Dr. Hulusi Behçet Hatıra Parası çıkardı. 1997 yılında TÜBİTAK ile Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından “Behçet Hastalığı Araştırma Ödülü” veril­meye başlandı. Birçok dilde Behçet adına internet sayfaları açıldı. Elbette, günümüzde daha çok araştırma ve yayın yapılıyor.

Fakat, Hulusi Behçet’ten sonra şimdiye kadar yeni bir sendrom ta­nımlayan ve adını tıp literatürüne silinmez harflerle yazdıran başka bir Türk bilim ada­mı çıkmadı. O nedenle, Hulusi Behçet’in bütün olanaksızlıklar içinde yaptığı bilim­sel çalışmaların ve yayınlarının değerini da­ha iyi anlıyoruz. Türk hekimleri ve bilim adamları olarak ona minnetlerimizi sunu­yoruz.

Behçet Hastalığı Nedir?